benden bana – 7

Babamı ikinci kez öldüren o ana gelmeden önce, 31 Mart gününden bahsetmek isterim. Kemal bey Whatsapp’ı en aktif kullanan babalardan biriydi. Her sabah ve her akşam iyi dileklerini sunmadan uyumaz, gördüğü komik videoları mutlaka kızıyla paylaşır, her sabah sigara ve kahvemi içtiğimden emin olmak ister ve ola ki onun bilincinde yüksek meblağda bir yiyecek alışverişi yaptıysam ne türlü bir açlık çektiğimi anlamak için hemen ne yediniz bu kadar hanımefendi sorusunu yollayıveren babalardan biriydi.

31 Mart sabahı ise bunların hiçbiri olmadı… Çok yoğun çalıştığım için farketmemiştim babamın o sabah günaydın demediğini. Bazen uyku ilaçlarını geç içip uyuduğunda geç kalkardı ama babamın 12’ye kadar uyuduğunu bilmezdim.

Telaşlandığımı hatırlamıyorum. Önce sakince mesaj atmıştım babama, gülücüklerle. Aradan biraz zaman geçince merak ettim. Aradım babamı, kimse açmadı. Hafızamdan silmeyi başaramadığım bir sahnede, ocağın başında sigaramı yakmaya çalışıyordum, yavaş yavaş endişelenmiştim. Ama ben genelde endişeliydimdir, yaşadıklarımdan mıdır nedir birine ulaşamamak tetikler hep beni, korkarım. O anda da korkmuştum… ben telaşlanmaya devam ederken telefon açıldı “baba niye yazmadın bana” dediğim anda telefonda babamın teyzesinin sesini duydum, hayatı boyunca farklı dönemlerde önce annem ve babamı yeniden evlendirmeye çalışan, sonra benim izdivacıma kafayı takan ve sürekli gidip evlerinde kalmamı isteyen değişik bir kadındı babamın teyzesi ama onu yeteri kadar tanıyacak vakit geçirmemiştim onunla.

Tek bildiğim babamın telefonunu başka biri açıyorsa ortada bir sorun vardır, hele ki arayan benken. O kısacık sürede ben tüm bunları düşünürken “endişelenme” kelimesini duydum. Tahmin edersiniz ki, noldu babam nerede diye sorular sorduğum ve makul hiçbir cevap alamadığım bir konuşmaydı, yalnızca babamın hangi hastanede olduğunu öğrenebilmiştim, Florya’daydı.

Kötü bir şey yaşadığımda hep yaptığım gibi annemi aradım. İçgüdüsel bir davranış sanırım, annem dünyadaki en panik insanlardan biri olmasına rağmen ağladığımda annemi arayıp panikletmekten hiç bıkmadım, annem de telaşlanmaması gerektiğini hiçbir zaman öğretemedi kendine. Ama bu sefer durum ciddiydi, zaten ağzımdan baba kelimesi çıkar çıkmaz acil durum müdahale ekibim, teyzem ve annem, organize olmuşlar ve yola çıkmışlardı.

Ben de hayatımda ilk kez, hep filmlerde izlediğim o sahneler gibi, taksi camından sümüklerimi görerek ağlamak suretiyle, lütfen daha hızlı konuşmaları eşliğinde hastaneye ulaşmaya çalıştım.

Babamı en son o gün, canlı kanlı şekilde görmüştüm. Babam kalp krizi geçirmemişti, COVID olmuştu. Eklemleri ağrıyordu zaten bir hafta öncesinde, COVID testi olmaya ikna etmiştim ancak sonuç negatif çıkmıştı. Tomografi çektirmesini söylememe rağmen, dünyanın en inatçı insanı olduğu için beni geçiştirip tomografi çektirmemiş ve ağrıları artmasına ve semptom gösteriyor olmasına rağmen ne babaannem ne de halam durumdan şüphelenmemiş ve babama baskı kurup babamı hastaneye götürmemişlerdi, benimse bunların hiçbirinden haberim yoktu çünkü babam bana her sabah günaydın fıstığım mesajları atmaya devam ediyordu. Ama o gece babam terlemeye başlamış, artık odayı su basacak raddeye gelince de ambulansı aramak zorunda kalmışlardı.

Sonrasında 19 Nisan’a kadar önce normal bir covid tedavisi, akabinde yoğun bakım, sonra entübasyon, hastane değişikliği ve vücudun kendisiyle savaşı sonucu kendine açtığı bu savaşta yenik düştüğü 20 günün sonunda 19 Nisan sabahı annemlerin evinin kapısı çaldı.

O zil sesini duyduğumda anlamıştım aslında, çünkü o sabah babamın doktoru mesajıma cevap vermemişti. İşin garibi babamın ölüm saati o sabah uyandığım saatti… 8:15 ben güne uyandığımda babam artık benimle değildi. Kapıda teyzemi, eniştemi ve kardeşim gibi sevdiğim kuzenimi gördüğümde artık pes etmiştim, babam yoktu.

Eniştem, bir insanın hayatında görebileceği, duygularını en az belli eden insanlardan biridir benim için. Özellikle negatif duyguları göğsünde yumuşatarak yaşamak konusunda bir üstaddır. Çok küçük yaşta erkek kardeşlerinden birini kendi kollarında kaybettiği için diye düşünürüm hep. Hayatta gıpta ettiğim nadir insanlardan biridir eniştem. Tanrı inancım güçlü olmamasına ve hele ki dinlere hiç inanmamama rağmen eğer iyi bir müslüman diye bir şey var ise o eniştemdir derim hep. Babam ve dedemden sonra arkamdaki dağ olarak gördüğüm üçüncü isim olabilir. O gün eniştem karşıma oturduğunda çok büyük bir soğukkanlılıkla “insanlar böyle zamanlarda ilaç içerler sakinleşmek için, eğer içmek istersen içebilirsin ama enişten olarak bunu doğru bulmuyorum acını yaşamalısın, sen bunu atlatabilecek bir kızsın” demişti.

O andan sonra birçok insandan duydum bunu, hatta çok yakın bir arkadaşım “içimizde bu acıyı bile olgunlukla atlatabilecek bir kişi varsa o sensin” demişti. Babam öldüğünde en çok canımı yakan cümlelerden biriydi bu. Bu kadar olgun olmak istemezdim hayatta. Bir insan ne yapmış olmalı ki insanların gözünde “ölümü bile atlatacak kadar olgun” mertebesine erişebilsin.

Ama bir yandan da haklıydı, ben gerçekten kendimin bile anlayamadığı şekilde olgun bir insandım. Ailem içinde de Ecem’i bir kelime ile tasvir edin deseler muhtemelen hepsinin ilk söyleyeceği sıfat “olgundur”. Annemin “olgun kızıyımdır” mesela ben, olgun ve asi. 32 yaşımda hala bu iki zıt kelimenin nasıl yan yana gelip beni niteleyebildiğini anlayabilmiş değilim ama bir yandan da gerçekten hem olgun hem de asi biri olduğum doğru 🙂

Demem o ki, bu süreçte herkes bana olgun olduğumdan o kadar bahsetti ki ben bu acıyı olgun bir şekilde yaşamanın bana yakışan olduğuna kendimi çok inandırdım. İş öyle bir noktaya geldi ki, ailem benim olmadığım buluşmalar sonrasında “babanı andık hepimiz içimizi boşalttık ağladık” gibi cümleler kuruyor, kuzenim babamın doğumgününde babamla olan videosunu paylaşıp babamı ne kadar özlediğinden bahsediyor ama benimle babam konuşulduğunda gözlerim bile dolsa konu kapatılıyordu.

Biraz dolmaya başlamıştım sanırım. Çocuk olamamayı kabul edebilmiştim bir şekilde, ama ikinci kere kaybettiğim babamın yasını tutamamak bana çok ağır gelmeye başlamıştı. Özellikle de buna hakkım yokmuş gibi davranılıyormuş gibi hissetmek.

Hele babamın ailesine duyduğum öfke ve nefret… cenaze günü ne annesi ne ablası ne de abisi babamın yanında değillerdi. Zavallı babam… hep onlar tarafından sevilmeyi istemişti oysa. Annesi çok kıymetliydi onun için, uğruna sahip olduğu tüm maddi manevi varlığından vazgeçebilecek kadar severdi annesini. Abisi bir zamanlar kıymetlisiydi, evin zıpır delikanlısı, soyun kıymetli oğlu… toz kondurtmazdı babam abisine. Aklım almıyordu hiç, bir insan bu kadar kötü birini neden severdi ki?

Çocukken “olgun” biri olduğum için kötü olduğuna inansam da emin olmak istemezdim. Belki haksızım diye düşünürdüm babamın abisi için. (Ona M. diyelim). Annemin hayatta asla affetmediği tek insan olabilir M. ki annem kin tutabilen biri değildir, hatta çok kızarım insanları bu kadar kolay affedebildiği için. Ama ona rağmen konu M. ise annem hep sinirlenirdi ben çocukken. Büyüdüğünde anlarsın derdi. Ben o zaman anlamayacağımı düşünürdüm. Sanki annem birine kızmak istiyor tüm bu başımıza gelenler için ve onu seçmiş gibi gelirdi bana. Güleryüzlüydü çünkü, eğlenceliydi M. Etrafında bir sürü insan vardı, güzel bir hayat yaşardı, iki kızı da çok severdi onu.

Gel zaman git zaman, bir gün babam da onun kötü biri olduğunu anlamış olacak ki bir daha görüşmeyeceksin onunla dedi. İnsan kendi abisine neden küser ki? Büyüdüğümde anlattı babam, sen bir masada tek başına otururken, o seni yemek yediği masaya çağırmadı bile demişti. Bana saygısızlık yapan insanla işi olmazdı babamın, konu kendi abisi bile olsa. İlla ki başka sebepleri de vardır ama babam için bu bardağı taşıran son noktaydı muhtemelen. O günden sonra da bir daha kendi abisiyle konuşmadı ve bu adam benim için “nefret” kelimesiyle yan yana gelen belki de tek insan olarak kaldı hayatımda.

Yorum bırakın